Bir süredir merakla beklediğim “Zaferin Rengi” filminin galası için cuma akşamı Soho House’a giderken içim kıpır kıpırdı. Evet, film Fenerbahçe’yi Fenerbahçe yapan yılları anlattığı için zaten heyecan vericiydi. Ama imzasını attığı klipler, televizyon programları, diziler ve sinema filmleriyle bir ekol yaratan Abdullah Oğuz yönetmen koltuğundaydı ve filmin cast’ı da tam bir yıldızlar geçidiydi. Sıkı Fenerbahçeli oldukları için bir başka sevdiğimiz Nejat İşler, Timuçin Esen ve Kubilay Aka’nın yanı sıra Yiğit Özşener, Birce Akalay, Gülper Özdemir, Gonca Vuslateri, Arif Pişkin, Yılmaz Bayraktar gibi değerli oyuncular da filmde yer alıyordu. Fenerbahçe Tarihi’ne dair ne bulduysa okumuş biri olarak beni nelerin beklediğini elbette biliyordum. Ama beyaz perdenin sihrine olan inancım nedeniyle sürprizlere de hazırdım. Yine de filmi izlerken bu kadar ağlayacağım aklımın ucundan bile geçmemişti. Oyuncuları, kostümleri, mekânları ve özenle seçilmiş her karesiyle bizi hızla düşman işgali altındaki İstanbul’a sürükleyen film hiç bitmesin istedim.
Gözyaşlarıma Rıdvan Dilmen sosu
Peki film beni neden o kadar ağlattı? Çünkü tesadüfleri seven hayat, Soho’nun şık sinema salonunda sağ koltuğuma Rıdvan Dilmen’i oturtmuştu. Filmi yan yana ve ağlaya ağlaya izledik. Benim için şu hayatta iki Rıdvan Dilmen vardır. Biri küçük bir kızken duvarıma posterini astığım “Şeytan” Rıdvan. Diğeri 3 Temmuz’dan hemen sonra tanıştığım, o gün bugündür iki eli kanda olsa her aradığımda yetişen canım Rıdvan Dilmen. Bizim Temmuz 2011’den sonraki bir yıl boyunca onunla yaşadıklarımız inanın bir kitaba sığmaz. Dilmen, her hafta birkaç kez Metris Cezaevi’ne Aziz Yıldırım’ı ziyarete giderdi, çevremizde olan biten ve kulağımıza gelen her bilgiyi paylaşır, istişare ederdik. Tartıştığımız da olurdu birlikte ağladığımız da. Acayip ve başarılı planlar da kurduk, akıl almaz risklere de girdik. Yani o dönemin tüm zorluklarına karşı omuz omuza verdik, ağabey kardeş gibi olduk. Yaşanan onca şeyden sonra işgal yıllarındaki Fenerbahçe’yi de yan yana izlemek beni gereğinden fazla ağlattı.
Aziz Yıldırım’ın “tarihi” savunması
Filmi izlerken sık sık aklıma 3 Temmuz kâbusu düştü. Çünkü Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım da tutuklu kaldığı sekiz ayın ardından Silivri’de ilk savunmasını okurken sözlerine kulübünün tarihini anlatarak başlamıştı. O tabloyu görmeyen bir Fenerbahçeli kendini şanslı saymalıdır. Her taraftarın gurur duyduğu bir maziyi mahkeme salonunda dinlemek hayatımın en derin acılarından biridir. Aziz Yıldırım konuşurken kulüp tarihinin efsanevi kadrolarından olan “103 gollü” şampiyonlar arka sıralardaydı; Engin, Oğuz, Aykut, Rıdvan, Şenol, İsmail… Hemen onların önünde yer alan tüm yönetim kurulu üyelerinin öfkesi yüzlerinden okunuyordu. Benim duygusallığım hep başıma dert olmuştur ama yanımda oturan Ertuğrul Özkök de o gün darmadağındı. Anormal bir sessizliğin hâkim olduğu salonda “hüzün” tenimizde hissettiğimiz bir rüzgâr gibi esiyordu. Zaman zaman titreyen sesine rağmen Aziz Yıldırım, Fenerbahçe’nin yüzyıl önce işgal altındaki İstanbul’da kendi güçlerini, Türklüklerini unutmayan ve her şeyin üstünde tutan gençler tarafından kurulduğunu ve yüceltildiğini anlatırken, “İşgalcilere karşı spor sahalarında yarışmak kadar savaşta da onlara karşı silahla mücadele etmek! Fenerbahçe bu sebeple büyüktür. Fenerbahçe, sporun bütün alanlarında, sosyal hayattaki atılımları ile Türkiye Cumhuriyeti tarihiyle paralel bir kuruluş ve yükseliş içinde yaşamıştır. Şunu da huzurunuzda özelikle söylemek isterim ki; sekiz aydan bu yana gazetelerde, televizyonlarda aleyhimize yürütülen karalama kampanyalarının başlıca sebebini kuruluş yıllarındaki bu temel felsefemizi yıkma gayretinde aramak gerekir” demişti. Ve haklıydı. Yıllar sonra Aziz Yıldırım ve yönetim kurulu üyeleri beraat edecek, “özel yetkili” mahkeme heyeti ise “terör örgütü üyesi” olmak suçundan hapse girecekti. Fakat o an Fenerbahçeliler tutuklu, mahkeme heyeti mağrurdu!
Gerçek bir efsane: “Galip Kaptan”
Okuyanların iyi bildiği üzere Fenerbahçe’nin tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle birlikte yol alır. Hâlâ! Fenerbahçe, İstanbul’un işgal altında olduğu 13 Kasım 1918 ve 6 Ekim 1923 tarihleri arasında işgalci devletlerin hazırlıklı ve takviyeli takımlarına karşı yaptığı 50 maçın 41’ini kazanmış, 4’ünde berabere kalmıştır. İşte o dönemi anlatan “Zaferin Rengi”, (yönetmenin ve senaryo ekibinin hayal gücüyle süslenen bölümleri saymazsam) bugüne dek kitaplarda okuduğum bilgiler ışığında ilerledi. Benim en sevdiğim Fenerbahçelilerden biri olan Galip (Kulaksızoğlu) Kaptan’ı, ete kemiğe bürünmüş halde beyaz perde de izlemek tarifsiz bir duyguydu. Genç oyuncu Kubilay Aka, saçını ve bıyığını da benzettiği kaptanı başarıyla canlandırmış.
Bugün her önüne geleni “efsane” sanan gençler Galip Kaptan’ı bilmez. Oysa kaptan, Emirzade Arif’le birlikte Türk futbolunun en güçlü defans hatlarından birini Fenerbahçe kalesinin önüne kurmuştur. Ayrıca Sadrazam Talat Paşa’nın Galatasaray’dan ayrılan futbolcularla kurduğu Altınordu İdman Yurdu’na transfer olan yedi takım arkadaşına isyan ederek, “Ne siz ne de paşalarınız, bu kulübü yıkabilecek! Sizin gibilerin üç kuruşluk menfaate eğilen karakterleri ile bu kulüp yaşayacaksa, ölsün daha iyi! Ağabeylerim ve bizler, bu kulübü sizin gibi alçaklara payanda olsun diye kurmadık. Haydi şimdi gidin ve askerliklerinizi Altınordu’nun gölgesinde, saray masalarında yapın. Bu vatan bizimdir, Altınordu sizin olsun!” demiş adamdır. Transfer olanlardan çok daha yetenekli ve şöhretli olduğu halde takımını bırakıp gitmeyen Galip Kaptan, kulübün 21 yaşındaki başkanı Ayetullah Bey’in de zor zamanlarında en büyük dayanağı olmuştur. Gerçekten de Altınordulu futbolcular kendilerine vadedildiği gibi saray bahçelerinde askerlik yaparken Fenerbahçe, 1’inci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda yedisi futbolcu (Arif, Halim, Haldun, Kemal, Ahmet, Cevat Hüsni, İsmail Zeki), ikisi atlet (Münir, Yavuz) ve biri yelkenci (Sabri) olmak üzere 11 şehit vermiştir.
Atatürk’ün Fenerbahçe’yi ziyareti
Filmde Yiğit Özşener’in canlandırdığı Anafartalar Kahramanı ve Yıldırım Orduları Komutanı Tuğgeneral Mustafa Kemal’in Fenerbahçe Kulübü’ne konuk olduğu sahneleri izlerken herkesin bizim gibi ağlayacağına bahse girerim. Gerçekten de Mustafa Kemal, o günlerde yeni görev yeri olan Filistin’e gitmeden önce birkaç gün İstanbul’da dinlenmeye çekilmiştir. Şehre her gelişinde olduğu gibi Fenerbahçe Başkanlığı yapan yakın dostu Sabri Toprak’ın Moda’daki evinde kalmaktadır. Yıllardır Fenerbahçe’nin “doğum günü” olarak kutladığı 3 Mayıs 1918 günü, başkanla birlikte Kurbağalıdere kenarındaki beyaz boyalı ahşap kulüp binasını ziyaret eder. Paşaya önce yorgunluk kahvesi ikram edilir. Daha sonra Dr. Hamit Hüsnü Kayacan ve Elkatipzade Mustafa Beyler, kulüp tarihinin en değerli misafirine kupaların bulunduğu ikinci katı gezdirirler. O sırada Elkatipzade, kendisine kulübün hatıra defterini uzatır. Osmanlıca el yazısıyla Fenerbahçe’ye tebrik ve takdirlerini sunan Mustafa Kemal’in bu ziyareti iki saatten uzun sürer.
Sevgili Nejat İşler’in hayat verdiği Sabri Toprak, sporcuların forma ve şort dahi bulamadığı savaş yıllarında bir araba dolusu malzemeyi Fenerbahçe’ye sağlamış ve kulübü ayakta tutmuştur. İşgal Komutanlığı’nca Malta’ya sürülmesine karar verildiğinde ise Kadıköy halkı büyük tepki göstermiştir. Bu karara engel olmak için İşgal Komutanlığı’na gönderilen yüzlerce imzalı dilekçe arasında Kadıköylü azınlıklara ve yabancılara ait olanlar bile vardır. Hatta tutuklanmadan bir akşam önce Sabri Toprak’a kaçması için haber yollanmıştır ancak o, “Ben buna tenezzül etmem” cevabını vermiştir. Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra sürgünden dönmüş, üç dönem milletvekilliği ve Ziraat Bakanlığı yapmıştır.
“Bu filmin devamı gelmeli…”
Gösterimin ardından sohbet ettiğimiz filmin yapımcısı ve yönetmeni Abdullah Oğuz, “Fenerbahçe Kulübü’nün bu filmin bütçesine maddi bir katkısı yok. Ancak elbette kulüpten gerekli izin aldık. Ayrıca tanıtım sürecinde filmi çok sahiplendiler ve verdikleri desteğin karşılığı parayla ölçülmez” yorumunu yaptı. Çekimlerin iki buçuk ay sürdüğünü fakat ön hazırlık ve post prodüksiyon süreciyle birlikte filmin dokuz ayda tamamladığını anlattı. Yapımın her aşamasında imzası bulunan oğlu Evren Oğuz’la birlikte konuklarını ağırlayan ünlü yönetmen, “Evren benim gölgem gibiydi. Amerika’da doğup büyüdüğü için futbolla ilgili değildi. Ama bu filmden sonra o da Fenerbahçeli oldu. Kızım Maya zaten Fenerbahçeliydi. Altı yaşındayken ilk maçında şampiyonluk turu attı. O gün Ali Koç’un omuzlarında çekilmiş bir fotoğrafı bile var” dedi. “Peki ya siz?” diye sordum. “Ben kendimi bildim bileli Fenerbahçeliyim. Altı yaşında çubuklu formayla sokaklarda futbol oynardım. New York’tan İstanbul’a döndüğümden beri bu filmi yapmanın hayalini kuruyordum” diye cevapladı. “İyi de Abdullah Bey, filmin tadı damağımızda kaldı. Ben Ayetullah Bey’i de beyaz perdede izlemeyi ne kadar istediğimi fark ettim. Ne olacak şimdi böyle?” diye sormaktan kendimi alamadım. Böylece Abdullah Oğuz’un Fenerbahçe’nin işgal yıllarındaki maçlarına dair iki sezonluk bir dizinin hazırlığını da tamamladığını öğrenmiş oldum. Umarım film yeterince gişe yapar ve bu sayede Oğuz’un gözünden iki sezonluk bir dizi izleme şansımız da olur. Ve umarım diğer kulüplerin tarihini anlatan benzer filmler de görürüz. Sinema ölümsüz bir sanat. Fakat dijital platformların ve YouTube’un da sunduğu onca imkân varken gençlerin gönül verdikleri kulübün ve ülkemizin tarihini öğrenmeleri için bundan daha etkili bir yöntem düşünemiyorum. Mesela filmden çıkarken aklımdaki şahane ihtimallerden biri de çocukken ayıla bayıla izlediğimiz “Küçük Golcü Tsubasa” gibi bir çizgi filmin yaptırılmasıydı. Ne dersiniz, güzel olmaz mı?