1991’de dağılan yalnızca Sovyetler Birliği değildi; çok uzun zamana yayılmış Rus yaşam biçimi de politik enkazın altında kalmıştı. Rusları neoliberal dünyayla buluşturma vaadi, ilk anda işlemiş gibi görünse de 1991-2000 arası bir hüsrana dönüşmüştü. En iyimser ifadeyle işler beklendiği hızla ilerlememişti. Yaşam, büyük kentlerde belli ölçüde bir düzene otursa da taşrada hava buz gibiydi ve bu, epey sürmüştü. Kısacası herkes ama özellikle de kıyıda köşede kalmış kentlerdekiler, kasabalarda ve köylerdekiler tek başınaydı.
Doktor ve yazar Maksim Osipov, hem 1991 sonrasında yaşananlardan hem de deneyimlerinden hareketle bu yalnızlığı ve değişim sancılarını ‘Taş, Kağıt, Makas’taki öyküleriyle anlatıyor. Eski ve yeni Rusya taşrasını kurmaca üzerinden karşılaştırma imkanı sunuyor okura.
DÜNÜN VE BUGÜNÜN KESİŞİM NOKTASI
Geleniyle gideniyle, kalanıyla ve gidemeyeniyle Rusya taşrasından insan hikayeleri anlatan Osipov, henüz başlangıçta bir tarif yapıyor: “Taşra evdir, sıcaktır; pistir ama sana aittir. Bir de dışarıdan, kuşbakışı, yolu buralara gönülsüzce düşen birçoklarınca paylaşılan bir görüş daha vardır: Taşra, içinde mutsuzların, en iyi ihtimalle dalkavukların yaşadığı çamurlu bir su birikintisi, kopkoyu bir karanlıktır.”
Eski ve yeni Rusya’nın kesişim noktası adeta taşra. Daha doğrusu Osipov böyle niteliyor onu. Uzun yıllar doktor olarak çalıştığı Tarusa’da yaşadıklarından izler taşıyan öykülerinde, gözlem ve tecrübelerine dayanarak kalem oynatıyor. “Evcil kuşların nahoş olaylar yaşadığı; yabani ve yırtıcı kuşlarla karşılaştığı yer” diye nitelediği taşranın havasını, insanını, merkez denen yere uzaklığını ve düzenini hikayeleştirirken küçük bir örnek veriyor: “Varsın Moskova gözyaşlarına inanmasın, bizde gözyaşından başka şeye inanılmaz. Varsa bir lüzumu tabii ki hallederiz, mücbir sebeplerden. (…) Elektrik, doğalgaz, telefon faturalarınızı mı ödeyemediniz? Başkentte bu yüzünüzü kızartacak bir durumdur, buradaysa hayatın normu.”
Büyük kentte de oradan ırak noktalarda da “hayatın dehşetle dolu olduğunu” anlatmaya uğraşırken yeni günün getirdiklerini karşılayıp farklı tepki veren insanlara yoğunlaşıyor Osipov.
Öyküler aslında birer yolculuk; hem mecazi hem de gerçek anlamda. Pek çok şehir ve insan gelip geçiyor sayfalardan. Trenlerin kompartımanları misali her bölmede ayrı hikaye, farklı bir sıkıntı ve yaşama uğraşı var. Bunlara Rusya’da kalmak istemeyenler ve “normal insanlar burada yaşamamalı” diyenler de dahil. Bir yanda zenginleşme hayali kuranlar ya da zengin gibi görünmeye çalışanlar, diğer yanda hâlâ hangi tarafta yer alacağını bilmeyenler bulunuyor; tereddütlü bir telaş ve yılgınlık arasında salınanlarla yüz yüze getiriyor bizi Osipov. Politik boşluğun, ekonomik sarsıntının, kültürel ve sosyal gelgitlerin yarattığı gerginlikler de cabası. Bütün bunlara hesaplaşmalar ve iç döküşler de dahil.
İKİLEMLERİN ANLATIMI
Osipov, eski ve yeni Rusya çelişkisi kadar, metropol ve taşra ayrımını da işliyor öykülerinde. Özellikle taşraya özgü ağırlığı ve sorunları, karakterlerinin günlük yaşamı ve geçmişin muhasebesi üzerinden sunuyor okura. Yalnız kaldıkça ve bakacak fazla bir şey bulamadıkça kendisine dönenler aracılığıyla yapıyor bunu. Onlardan biri, “dehşet verici tembellik anları” sırasında taşradaki farklılıktan bahsediyor: “Taşrada yaşayanlar hayata karşı basit yaklaşımlarıyla, dolaysız çıkarlarıyla, birbirlerine benzeyen yaşam tarzları, aşk değil de karşılıklı beslenen alışkanlıklarıyla diğerlerinden ayrılır.”
Osipov, ne SSCB dönemini kötülüyor ne de 1991 sonrasını göklere çıkarıyor; yaptığı şey, her iki zaman dilimindeki yaşamı hikayeleştirip karşılaştırmak. Eksik kalanları ve fazlalıkları ortaya koymak. Kısacası 1991 öncesi sistemi ve sonrasındaki dönüşümü, günlük yaşam ve taşra üzerinden betimlemek.
Bahsi geçen dönüşümün ve bunun kişilerin hayatına yansımasını politik, kültürel, ekonomik ve hatta dinî açıdan anlatan Osipov, 1991’deki çözülmenin bir gecede yaşanmayıp zamana yayıldığını ya da ağır ağır geldiğini hatırlatıyor. Batı’yı “sinsi” diye niteleyenler ile “kurtarıcı” olarak görenlerin kavgasının çok eski olduğunu söylüyor.
Osipov’un anlattığı değişim, bocalama ve taşra hikayelerinde, yerinden memnun olmayıp gitmek isteyenlerin ve mecburiyetten kalanların kocaman bıkkınlıklarıyla, geçmişin tortularıyla ve geleceğe dair kaygılarıyla çıkıyor karşımıza.
Öykülerde, 2000’lerin ortasından 1990’lara ve daha öncesine bir bakış da söz konusu. Osipov, bu dönemlerde ortaya çıkan ve bazen hayatın akışını sekteye uğratan mesleki bocalamaları, bireysel ve toplumsal huzursuzlukların dışavurumunu karakterlerin ailesiyle, iş arkadaşlarıyla ve sosyal çevresiyle kurduğu ilişkiler babında hikayeleştiriyor.
“Hayat düzeyinin sığ olduğunu” söylediği taşradan yeni Rusya’ya bakarken dünü ve bugünü karşılaştırıp yolunu bulmaya ya da yönünü tayin etmeye uğraşan karakterlere de rastlıyoruz öykülerde. “Rekabet mücadelesinin hengamesinde” yitip gidenlere ve susturulan “çatlak seslere” hayıflanıyor onlar.
Osipov, SSCB’nin dağılmasının ardından yeni Rusya’ya uyum sağlamaya çalışan, ülkeyi terk edip etmemekte kararsız kalan, kısa sürede zenginleşen kişilerin yanında, hem Sovyetler Birliği’ni hem de 1990’lar ve 2000’ler Rusyası’nı eleştirenleri, 1991 öncesi kıymetliyken sonrasında işsiz kalan tiyatrocuları, bağımsızlığını kazanan Orta Asya ülkelerinden gelip bocalayan işçileri, iki Rusya arasına sıkışan öğretmenleri, doktorları ve öğrencilerle birlikte din görevlilerini getiriyor karşımıza. Kısacası 1991 öncesini, sonrasını ve 2000’lerdeki halini insan hikâyeleri aracılığıyla ülkenin fotoğrafını çekiyor adeta. Başka bir deyişle insan kalmaya uğraşırken türlü gerilime, absürtlüğe ve çirkinliğe tanık olanları, “hayattaysak umut hep vardır” diyen ya da eskiyi kötüleyip yeni durumu gözü kapalı övenlerin ikilemini buluşturuyor bizimle.